Stefen Zweig, içeriği oldukça yoğun olan hikayeleri kısacık ve çok etkileyici öyküler haline getirebilen çok usta ve üretken bir yazar.
Bir Kadının Yaşamından 24 saat ‘de böyle bir öykü işte.
Hikaye; 1904 yılında Fransız Rivierasında bir grup
tatilcinin kaldığı küçük bir pansiyona yakışıklı
ve genç bir adamın gelmesi ile başlıyor. Bu son derece yakışıklı Fransız geldikten
24 saat sonra pansiyondan ayrılarak ortadan kayboluyor. Ancak tek başına değil. Pansiyonda bir süredir
tatil yapmakta olan evli, çocuklu ve son derece mazbut bir portre çizen Madam
Henriette ile birlikte…
Bu durum elbette
ortalığı ayağa kaldırıyor. Pansiyonda kalanlar hemen yoğun bir ahlakçılık ile
bu durumu eleştirmeye başlıyor. Evli ve çocukları olan br kadın nasıl olur da 24
saattir tanıdığı genç bir adam ile gider? Çocuklarını nasıl bırakır? Kocasını bu
şekilde bırakmaya ne hakkı vardır? Önyargı, aşağılama, yargısız infaz tam gaz
devam etmektedir. Bu kadını bu insanlara karşı savunan bir kişi vardır.
Pansiyondaki tatilcilerden biri olan hikayemizin anlatıcısı. O bu konuya daha
derin bakmaktadır. Kadını savunurken kullandığı bir cümleyi aşağıda belirttim.
Özü bu..
“ Bir kadının,
kendisini içgüdülerine özgürce bırakmasını, tutukularının peşinden gitmesini,
genelde olduğu üzere kocasının kollarında gözleri kapalı onu aldatmasından
daha dürüstçe buluyorum”
Elbette onun bu
sözlerini hiç kimse onaylamaz. Sadece bir kişi o bu konuşmaları yaptıktan sonra
onunla konuşmak ister. Mrs. C. , ve anlatıcımıza hayatının 24 saatlik bir zamanını
anlatır.
İşte bu 24 saat
bir kadının hayatında neleri, nasıl değiştirdiğini, alınan bir kararın neleri
kaybettirdiğini ya da kazandırdığını, sıradan bir 24 saatin nasıl ömre bedel
bir 24 saat haline geldiğini görüyorsunuz.
Ve siz bu
satırları okurken bir kez daha yazara hayran kalıyorsunuz.
Bu kitabın içinde
beş ayrı hikaye var.
İlki ;Kitabımızın da
adı olan ; Bir Kadının Yaşamından 24
saat, diğerleri ; Kitapçı Mendel, Bir Yaz Öyküsü, Kızıl ve Yalnız İki İnsan.
Bu hikayelerden
beni en çok etkileyen bir diğeri de Kitapçı Mendel’di..
Bu hikayede ; tüm
gün Cafe Gluck’da oturan , kitaplara, özellikle antika değeri olan bilimsel
kitaplara düşkün, onların alım satımını yapan ama kâr amacı gütmeyen kitap
komisyoncusu , kitap sihirbazı Yahudi Jacob Mendel ile tanışıyoruz. Mendel, isteyene istediği kitabı temin edebilen,
herhangi bir kitabın yazarını, yayınevini, fiyatını, nereden bulabileceğinizi
kısacası künyesini söyleyebilen ayaklı dev bir kütüphane.
Yazarın tanımı ile
;
“Onun dünyasında
paranın yeri yoktu. Mendel’i sırtında hep aynı eski, aşınmış giysisiyle
görürdünüz. Sabah, öğle, akşam önünde bir bardak sütle bir iki dilim ekmek
dururdu. … O yaşamazdı. Onda tek yaşayan gözlük camlarının ardındaki iki gözdü.
Bu gözler Mendel’in gizem dolu beynini kelimeler, kitap başlıkları ve yazar
isimleriyle sürekli doldururdu. … İnsan özellikleri arasında tek tanıdığı, her
insanda görülen. gururdu. …
“Viyana’da ve
Viyana dışında onun bilgilerine saygı duyan ve onlara gereksinimi olan birkaç
düzine insanın yaşadığını bilmesi de onun gururuydu.”
“Diğer
müşterilerle hiç konuşmaz, günlük gazeteleri okumazdı. Dünyada neler olup
bittiğinden habersizdi.”
O dönemlerde
Birinci Dünya Savaşı patlak veriyor. İşte
bu savaş , güncel olaylarla ilgilenmeyen, gazete okumayan hatta etrafında çıkan
yangını bile fark etmeyen, dünyadan bir haber bir adamın sonu oluyor 😐
Ve günün birinde, hiç olmayacak bir sebepten, gizli
polis Mendel’i de tutukluyor. Çok basit bir nedenin sebep olduğu tutuklama
sonunda iki yıl toplama kampında kalıyor “Jacob Mendel iki yıl boyunca
toplama kampında, insanları tıkmış oldukları o dev barakada, çevresinde çoğu
okuma yazma bilmeyen insanlarla birlikte…”
Mendel gibi bir adam için kitaplardan uzak, böyle bir yerden daha yıkıcı ne olabilir ki... Bunun devamında da hikaye son derece akıcı ve
sürükleyici bir dille devam ediyor ve can yakıcı bir sonla bitiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder